Babam ilkokuldan terk olsa da kendini geliştirmiş, okumayı seven bir “adam”dı. Öyle ki bir yazarın on altı romanını birden alır, geceleri uyumadan önce ailesine dizi tadında bölüm bölüm okurdu. Bazen bizlere de okuturdu.
Gazetesini eksik etmezdi ama çalıştığı belediyedeki diğer memurların gazetelerini de toplar, eve getirir, bana okuturdu. Maksat, okumamızı ilerletmekti.
Bu okuma tutkusu bana da geçti. Ne bulduysam okuyordum.
İlkokulda ve ortaokulda mutlaka kütüphane koluna seçilirdim. Sınıfta kütüphane yoksa kurar, arkadaşlarıma “oku getir” usulüyle kitap verirdim.
O yıllarda Urfa’daki tek resmi kütüphane olan Halk Kütüphanesi’ne üyeydim. Kitap alır, bir iki günde okuyup geri götürürdüm. Aradan 55 yıl geçmesine rağmen üye kartımı hâlâ saklıyorum; en değerli hatıralarımdan biri.
Lise bittiğinde bir özel kuruluş, Şair Nabi adını taşıyan bir kütüphane kurmuştu. Sorumluluğunu bana verdiler.
Bilgiye doyamıyordum; neredeyse her gördüğüme “okuyabileceğim bir kitap var mı?” diye soruyordum.
Amcam, İstanbul’dan dönerken bana kitap getirmişti. O yaşta bir çocuğa getirilebilecek onlarca hediye varken kitap seçmişti. Demek ki ben ona bu izlenimi vermişim...
Ortaokul arkadaşım Ahmet Hamdi Ağıç da bir yaz tatilinde İstanbul’a gitmişti. Dönüşte bana, adaşı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanını hediye etti.
Komşumuz Taceddin, İmam Hatip’te okuyordu. Bir gün ona da sordum: “Okuyabileceğim bir kitap var mı?” Elime Tarihin Şeref Levhaları adlı kitabı verdi. Bu, okuduğum ilk dini kitaptı. İçeriğini bütünüyle hatırlamıyorum ama ilk bölümdeki kadı-hâkim öyküsü, hayatımda iz bıraktı; belki de hukuk mesleğini seçmemde en etkili kırılma noktasıydı.
Kitabın yazarı Ahmet Şahin Hoca ile yıllar sonra İstanbul’da tanıştım. Ailemle ev ararken onun evini kiralamış, sohbetlerine de katılma fırsatı bulmuştum.
Lise son sınıfta Nur Talebeleriyle tanıştım. Bana küçük bir risale verdiler. Daha önce kalın kitapları birbiri ardına devirmiş biri olarak, bu ince risaleyi hacmi itibariyle önce küçümsemiştim. Ama birkaç sayfa okuduktan sonra adeta kayaya toslamış gibi oldum. Hem diliyle hem muhtevasıyla “demir leblebi” gibiydi.
Üniversite sınavı için geldiğim İstanbul’dan yarım bavul kitapla döndüm. Öyle günümüzdeki gibi küçük el çantası değil; kallavi, ağır bir bavuldu bu.
Aradan yıllar geçti, gözlerim de benimle birlikte yaşlandı. Miyop ilerleyince lazerle retina çizildi; ardından geçirdiğim bir darbe retinada yırtılmaya neden oldu. Artık arkasında ışık kaynağı olmayan hiçbir şeyi okuyamıyorum. Sadece bilgisayardan, büyük ekranlı dijital cihazlardan okuyabiliyorum.
Kur’an’dan meal ve tefsire, makalelerden doktora tezlerine kadar hâlâ okuyorum; ama hepsi dijitalden.
Değerli dostlarımın yazdığı, merakla beklediğim, hatta imzalı istediğim yaklaşık on kitap, kitaplığımda birkaç sayfası çevrilmiş şekilde duruyor.
Hâlâ alamadıklarım da var.
Kıymetli dostum Hüseyin Yılmaz da yakın zamanda yeni bir roman yazdı:
“Kutup Yıldızı”.
Hani şu gökyüzündeki binlerce yıldız arasında hep yönümüzü doğru gösteren yıldızdan mülhem...
Bediüzzaman Said Nursî’yi, insanlara doğru yolu gösteren bir “kutup yıldızı” gibi görerek kaleme alınmış. Onun hayatını belgesel tadında anlatan bir roman.. Bir roman dizisinin ilk kitabı.
Ama ben… okuyamıyorum.
Siz, benim gibi “Ahh...” demeden okuyun.
Sağlığınız size veda etmeden okuyun.
İnşallah bu roman bir gün senaryolaşır; film ya da dizi olur da biz de “Kutup Yıldızı”nı izleriz.
Sitemizdeki Yazıları |
Yazarın diğer yazıları için ziyaret edebilirsiniz. |
Sitemizdeki Yazıları |
Yazarın diğer yazıları için ziyaret edebilirsiniz. |