Metin KarabaşoğluYazar |
www.karakalem.net'ten iktibas edilmiştir.
31.12.2021
Şu günlerde, servet sahiplerinin haramlığı âyetle sabit faize para yatırmalarını temin etmek için devletin topladığı vergilerden ekstra ‘garanti ödeme’ sözü vermesine ‘hibe’ kavramı altında meşruiyet kazandırmaya çalışanları gördüğümde, Asr-ı Saadet’ten bu olay, bu sûre ve bu âyetler dolaşıp durdu zihnimde. Özellikle de 7. âyetin o cümlesi: “Tâ ki o mallar, içinizden sadece zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın.” |
BİLENLER BİLİR. Mekke’de Peygamber aleyhissalâtu vesselamın kendi kabilesinin
çoğunluğu İslâm’a karşı direnir, dahası iman edenleri baskı altında tutup gücü
yettiğine şiddet uygularken, İslâm fidanı Medine’de kısa bir sürede boy verip
Mekkeli bütün mü’minleri de gölgesine alacak derecede büyür ve İslâm tarihinin
dönüm noktası olarak Hicret bu sayede vuku bulur. Medineli yeni mü’minler, Akabe
biatıyla Mekkeli ilk mü’minleri yurtlarında barındırma sözü vermiş; geçimlerini
temin yanında, kendi ailelerini korudukları gibi onları da korumayı taahhüt
altına almışlardır.
Hicretin menzili Medine’de, İslâm’dan önce birbirine düşman olup İslâm sayesinde
kardeşler olduklarını yeniden hatırlayarak kaynaşan Evs ve
Hazrec’in farklı boylarından mü’minlerin yanında, henüz mü’min olmayan
kişiler ve yanısıra üç Yahudi kabilesi vardır. Mü’minleri, müşrikleri ve
Yahudileri ile Medine, tarihlere “Medine Vesikası” veya “Medine Sözleşmesi”
olarak geçen bir anlaşmayla, Hz. Peygamber’in önderliğinde barış içinde
birarada yaşamak üzere ahitleşir.
Ancak, ilerleyen zaman içinde bu sözleşmeyi çiğneyip, birarada yaşama
noktasında güvenilmez olduklarını ortaya koyanlar zuhur eder. Şehirdeki
Yahudi kabilelerinin en büyüğü Benî Nadîr de bunlardandır. Medine’deki ilk
üç sene anlaşmaya riayetkâr davranmakla birlikte, zamanla Kureyş müşrikleri
ile gizli ilişkiler geliştirmiş, süreç içinde zuhur eden münafıkların
tesiriyle Uhud’da İslâm ordusunun zayıf kalması ve sonrasında mü’minlerin
ciddi kayıplar vermesi akabinde de Müslümansız bir Medine hayali kurarak
buna giden en kestirme yolun Hz. Peygamber’in ortadan kaldırılması olduğuna
karar vermişlerdir. Benî Nadîr, ulaştığı bu nihaî düşünceyle, Resûlullah
aleyhissalâtu vesselama karşı bir suikast planlar. Hesaplar yapılmış,
planlar serilmiştir, uygulamaya ramak vardır. Ancak Allah’ın bu teşebbüsten
kendisini haberdar etmesiyle Peygamber aleyhissalâtu vesselam davet edildiği
yere gitmeyince, teşebbüs akim kalır.
Benî Nadîr, birarada yaşamanın en temel şartı olan ‘güven’ ve ‘ahde vefa’
konusunda ne kadar tekinsiz olduğunu bu teşebbüsüyle ortaya koymuştur. Bu
güvensizlik içinde artık onlarla birarada yaşamak imkânsızdır. Hz. Peygamber
sözleşmeyi çiğnemelerinin karşılığı olarak onlara ültimatom verir ve on gün
içinde Medine’yi terketmeleri istenir. İlk başta bu talebe sıcak bakan Benî
Nadîr, Kureyş’ten ve münafıklardan gelen destek vaadlerine güvenerek
akabinde bundan cayar ve on günün sonunda hâlâ yerlerinden kımıldamadıkları
için meskûn bulundukları mahal mü’minler tarafından kuşatılır. Onbeş güne
ulaşan kuşatma süresince kendilerine bir yardım gelmediğini görüp bundan
sonra da gelmeyeceğini anlayan Nadîr oğulları, kendilerine en başta
söylendiği şekilde Medine’yi terketme şartıyla canlarının bağışlanmasını
bizzat talep eder. Sonuçta, taşınır mallarını develerine yüklemeleri
müsaadesiyle Medine’yi terkedip Hayber’e yönelirler. Taşınmaz malları;
evleri, hurma bahçeleri ve tarlaları ise mü’minlere kalmıştır.
Benî Nadîr’in geride bıraktıkları nasıl paylaşılacaktır? Savaşarak elde
ettikleri ganimetlerin nasıl paylaşılacağını Bedir gazvesi akabinde inen
Enfal sûresiyle âlemlerin Rabbi mü’minlere bildirmiştir, ama şimdi savaşsız
şekilde mü’minlere kalan Benî Nadîr mülkleri nasıl bir paylaşmanın konusu
olacaktır?
Bu hadisenin akabinde inen Haşir, diğer adıyla Benî Nadîr sûresi, öncelikle
ahdi çiğneyen Nadîr oğullarının ihanetinin esasen sürgünden daha ağır bir
cezayı hak ettiğine, dolayısıyla Allah’ın onları iki dünyada ayrı birer
cezayı daha onlara mukadder kıldığına işaret ettikten sonra, onların geride
bıraktığı malların savaşla elde edilen ganimet sınıfına dahil
edilemeyeceğini bildirir: “Allah’ın, onlardan peygamberine verdiği
ganimetlere gelince, siz onun üzerine ne at, ne de deve sürdünüz” (bkz. Haşr,
59:6). Sonraki âyette ise savaşmadan elde edilen o mülklerin “Allah’a,
Resûl’e, ona akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa
ait” olduğu bildirilir ve bir sonraki âyetle “bir de hicret eden fakirler”
bu listeye eklenir: “Ki yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır,
Allah'ın lütuf ve rızasını ararlar; Allah’a ve Resûlüne yardım ederler. İşte
doğru olanlar onlardır.”
İlgili âyetler, savaşsız bir şekilde elde edilen bu mülklerin belirlenen
özellikteki insanlar arasında nasıl paylaştırılacağı konusunda ise,
Resûlullah aleyhissalâtu vesselamı yetkilendirmektedir: “Peygamber size ne
verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah’tan korkun.
Çünkü Allah’ın azabı şiddetlidir” (bkz. Haşr, 59:7).
Bu durum üzerine Resûlullah aleyhissalâtu vesselam Allah’ın peygamberine ve
Mekkeli ilk mü’minlere yönelik o destansı yardımları sebebiyle bizzat Allah
tarafından ‘Ensâr’ olarak adlandırılan (bkz. Tevbe, 9:100, 117) Medineli
mü’minlerle bir toplantı gerçekleştirir. Bu toplantıda Ensâr’ın Medine’ye
göç eden mü’minlere, yani Muhâcirîne nasıl iyilikler yaptıklarını, onları
evlerinde nasıl barındırdıklarını, her hususta onları kendilerine nasıl
tercih ettiklerini birer birer sayıp tâdat ettikten sonra şöyle der
Resûlullah: “Muhacir kardeşlerinizin malları yoktur. İsterseniz, Benî Nadîr
mallarından Allah’ın bana verdiklerini sizinle Muhâcirîn arasında
bölüştüreyim, ama muhacirler yine evlerinizde oturmaya ve mallarınızdan
faydalanmaya devam etsinler. İsterseniz, Nadîr oğullarının mallarını
yalnızca muhacirlere vereyim de, onlar sizin evlerinizden ve mallarınızdan
çıksınlar.”
Teklif açık ve nettir: Benî Nadîr’den kalan mallar Resûlullah tarafından
bütün mü’minler arasında dağıtılsa, kendi paylarına düşecek kısım
Muhacirîn’in kendi geçimlerini bizzat temin etmeleri için yeterli değildir.
Ama bu mülkler sadece Muhacirîn arasında dağıtılsa, onlar kendi geçimlerini
sağlayabilir duruma gelirler; bu durumda da onların geçimlerini temin ve
tekeffül etme sorumluluğu Ensâr’ın üstünden kalkmalıdır.
Bu iki şıktan birini seçmeye davet edildiklerinde, Medineli mü’minlerin
aklında üçüncü bir seçenek oluşur. Nitekim Evs’in ve Hazrec’in önderi
konumunda iki isim, Hazrec’den Sa’d b. Ubâde ile Evs’den Sa’d b. Muaz bu
şıklardan ikisine de razı olmadıklarını belirterek, üçüncü bir seçeneği
uygulamaya koymasını Resûlullah aleyhissalâtu vesselamdan isterler: “Hayır
yâ Rasûlallah! Sen Nadîr oğullarının mallarını sadece Muhâcirîn arasında
bölüştür, ama onlar şimdiye kadar olduğu gibi yine evlerimizde oturmaya
devam etsinler.” Orada bulunan bütün Medineliler de gönüllerinden geçen
seçeneğin bu olduğunu, hep bir ağızdan “Razıyız ve boyun eğiyoruz yâ
Rasûlallah!” diyerek teyid ederler.
Ensâr’ın sergilediği bu tutum, Hz. Peygamber’in “Allahım, Ensâr’a ve
Ensâr’ın nesline rahmet et!” duasına vesile olduğu gibi, Medineli mü’minler
gelen âyetler ile Allah tarafından da övülecektir:
“…Onlardan önce bu yurda yerleşmiş ve gönülden inanmış olanlar,
kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde
bir rahatsızlık duymazlar; kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile onları
kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin bencilliğinden korunmayı başarırsa işte
kurtuluşa erecekler onlardır.
Onlardan sonra gelenler derler ki: ‘Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş
kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde iman edenlere karşı kötü bir düşünce ve
duyguya yer bırakma! Rabbimiz! Sen çok şefkatli, çok merhametlisin!’” (Haşr,
59:9-10)
Dolayısıyla Benî Nadîr arazisi herşeylerini Mekke’de bırakarak Medine’ye hicret
etmiş olup geçimlerini temin edemez durumdaki muhacirler arasında paylaştırılır,
geçimini bizzat temin edemez durumdaki Medineli iki fakir sahabi de bu
paylaşımdan hissedar olur. Savaşmadan elde edilen ve bu sebeple ‘ganimet’ten
ayrı olarak ‘fey’ diye tanımlanan mülklerin ve gelirlerinin kimler arasında
dağıtılacağını bildirerek bu dağıtımda Resûlullah’ı yetkilendiren âyetler,
mealce şöyle demektedir:
“Allah’ın, onlardan peygamberine verdiği ganimetlere gelince. siz onun üzerine ne at, ne de deve koşturdunuz. Fakat Allah peygamberini, dilediği kimselere üstün kılar. Allah her şeye kadirdir.
Allah’ın o şehir halkından Resûlüne verdiği ganimetler, Allah’a, Resûl’e, ona akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa aittir. Tâ ki o mallar içinizden sadece zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın. Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı şiddetlidir.
Bir de göç eden fakirlere aittir ki, yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah’ın lütuf ve rızasını ararlar; Allah’a ve Resûlüne yardım ederler. İşte doğru olanlar onlardır.” (Haşr, 59:6-8)
Bu üç âyetten ortada olanı, aynı zamanda Kur’ân’da ‘devlet’ kelimesinin
geçtiği yegâne âyet niteliğindedir. Buradaki devlet, bugün kullanıldığı
anlamıyla değildir elbet; kelimenin bugünkü devlet anlamında kullanımı ilgili
çalışmaların gösterdiğine göre ancak Asr-ı Saadet’ten beşyüz yıl kadar sonra
gerçekleşmiştir. Burada ise devlet kelimesi, imkân, servet ve zenginlik anlamını
içerir. Tedavül, müdavele gibi özellikle ticarî hayatla ilgili olarak kullanılan
kelimeler de aynı kökten türemişlerdir. İnen âyet, serveti, mülkü, imkânları
‘devlet’ diye tanımlarken, canlarını ve mallarını ortaya koymaksızın, yani
savaşsız biçimde mü’minlere kalan bu mülklerin Allah tarafından Resûlullah’ın
eliyle sadece Peygamber’le akrabalığı bulunanlar, yetimler, fakirler, yolda
kalmışlar ve de fakir muhacirler arasında pay edilmesindeki murad-ı ilâhîyi, “Tâ
ki o mallar içinizden sadece zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın” diye
açıklamaktadır.
Öte yandan, daha geniş anlamda zekâtla ilgili olarak Kur’ân’da tekrarla ve
ısrarla karşımıza çıkan emirlere baktığımızda, orada da muradın aynı olduğu
görülür. Mülk Allah’ındır ve Allah yarattığı mülkünde ‘zenginin daha da
zenginleşip fakirin daha da fakirleştiği’ bir düzene razı değildir. Bilakis
âlemler Rabbi, yarattığı nimet ve imkânların “sadece zenginler arasında dolaşan
bir devlet” olmamasını istemektedir. Feye dair hükmü de, zekâta dair emri de,
infaka yönelik ısrarlı daveti de bu murada muvafıktır.
Bu murad-ı ilâhî dahilinde feyin âyette belirlenen gruplar arasında nasıl
dağıtılacağı konusunda yine âyetle yetkilendirilen Resûlullah’ın Ensâr’a
götürdüğü ‘geçimlerini temin yükümlülüğü sizden kalkmak üzere Benî Nadîr’den
kalan mülkleri sadece muhacirler arasında paylaştırma’ teklifi ise, sözkonusu
murada uygun biçimde, darda olanları sürekli infaka muhtaç tutmanın değil,
bilakis kendi geçimlerini temin eder hale getirmenin esas ilke olduğunu ortaya
koymaktadır.
Benî Nadîr hadisesi ve akabinde inen Haşr sûresi ile verilen mesaj açıktır:
Resûlullah’ın örnekliğinde, yetkili ve yönetici mevkiinde olanlardan Allah’ın
istediği, serveti ‘sadece zenginler arasında dolaşan bir devlet’ olmaktan
çıkarmak, refahın topluma yayılmasını sağlamaktır.
Durum bu iken, eldeki birikmiş parasını haram olduğu halde ‘faiz’e yatırmış,
yani kenara para koyabilir durumdaki şu veya bu düzeyde zengin kişinin döviz
gelirinden az faiz geliri etme endişesine karşı; fakirin yediği ekmek, içtiği
su, kullandığı elektrik ve doğalgazdan dahi aldığı vergiyle aradaki farkı tazmin
etme, yani fakirden aldığı vergiyle zengine ‘hibe’de bulunma taahhüdü içeren bir
uygulamanın, Kur’ân’da beyan buyurulan murad-ı ilâhîye uymadığı apaçık
ortadadır.
Öte yandan, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın bu fey arazisini, kendilerini
geçindirir hale gelmeleri için yerini yurdunu, malını mülkünü terkedip fakir ve
yardıma muhtaç halde Medine’ye gelmiş Muhacirîn ile geçimine yetecek mülkü
olmayan Medine’nin yerlisi iki sahabi arasında pay etmesi, fakiri sürekli
yardıma muhtaç, yani sürekli fakir konumunda tutmanın değil, fakiri de izzetiyle
kendi geçimini temin eder bir imkâna kavuşturmanın asıl nebevî yol ve yöntem
olduğunu ortaya koymaktadır.
Şu günlerde, servet sahiplerinin haramlığı âyetle sabit faize para yatırmalarını
temin etmek için devletin topladığı vergilerden ekstra ‘garanti ödeme’ sözü
vermesine ‘hibe’ kavramı altında meşruiyet kazandırmaya çalışanları gördüğümde,
Asr-ı Saadet’ten bu olay, bu sûre ve bu âyetler dolaşıp durdu zihnimde.
Özellikle de 7. âyetin o cümlesi: “Tâ ki o mallar, içinizden sadece zenginler
arasında dolaşan bir devlet olmasın.”
Yazık ki, bu âyet bazı zihinlere ‘henüz inmemiş’ gibi gözüküyor…
Metin Karabaşoğlu'nun Sitemizdeki Yazıları |
Metin Karabaşoğlu'nun Sitemizdeki Yazıları |