Sosyolojik yargılamalar
31.01.2012
Hukukun sosyal hayatın merkezine oturduğu, ceza yargılamalarının neredeyse canlı izlendiği bir dönemdeyiz. Hukuk ve adalet kavramları hiç bu kadar popüler olmamıştı.
12 Eylülcü paşaların hayatta kalan bir kısmı yargılanıyor. Darbeci generallerin tedbirsiz davranan ve/veya gücünü yitiren bir kısmı yargılanıyor.
Ergenekoncuların ele geçen bir kısmı yargılanıyor.
Milliyetçilerin “devletin devam ve bekası böyle gerektiriyor” diyerek suç işleyen bir kısmı yargılanıyor. Vs. vs.
Bunlar elbette fikirlerinden dolayı yargılanmıyorlar. Zira fikir suçu, en azından görünüşte, şeklen, artık yok.
Bu saydıklarımız ve diğerleri, ideolojik fikirlerden kaynaklanan eylemlerinden dolayı yargılanıyorlar.
Bu dâvâlarda, hafif ya da ağır cezalık ama “adi” suçlar yargılanmıyor. Bu suçlara siyasî suç demek de doğru değil. Başka bir şey…
Bu dâvâların sanıkları; “Devletin ve dolayısıyla milletin ve dahi dolayısıyla fertlerin devam ve bekası bu suçları işlemekten geçiyor. Aksi halde bekamız kalmayacak. Bu eylemler görünüşte suç da olsa aslında suç değil” diyen kişiler. Yani iyiniyetliler!
Bu suçlar; insanlık, Türklük, vatanseverlik … gibi adlar altında ve bu tür “yüce” hedefler uğruna işlendiği için, bu suçları işleyenlerin dayandığı, beslendiği ve destek aldığı bir kitle var. Yani bu suç ekiplerinin ya da örgütlerinin bir sosyolojik tabanı var. Buna bir tür dünyevî cemaat de diyebilirsiniz.
Bu sebeple de bu dâvâlarla kamuoyu yeni bir yargılama türü ile tanışıyor: Sosyolojik yargılamalar.
Hakimler, bu dâvâlarda, şeklen, sadece sanıkları yargılıyorlar. Ama sanıkların fikirdaşları, kendilerini de bu yargılamanın tarafı ya da sanığı olarak görüyorlar. Dolayısıyla fikir kaynaklı bu suçlardan zarar gören kişiler gibi onların yakınları ya da zarar görmesi muhtemel diğer kişiler de bu dâvâların mağdur-müşteki tarafı durumuna geçiyorlar.
Dâvâları izleyen halk da ister istemez kendisini hakimin yerine koyuyor, basından öğrendiği delillerle bir fikir ve kanaat oluşturuyor ve zihninde bir yargılama yapıyor. Ve böylece sanıklardan ya da mağdurlardan yana taraf tutmuş oluyor.
Sonuç olarak bu dâvâlardan haberdar olan hemen hemen herkes, bir biçimde dâvânın tarafı oluyor ve tarafsız kimse kalmıyor. Bu iyi mi? Sanmam.
Ama bu durum ilginç bir tartışmayı da beraberinde getiriyor. Şöyle: Demokratik yolla ve halk eliyle yargılama yapılabilir mi?
Bu soru aslında heyetten oluşan bir mahkemenin oy çokluğu ile karar almasının mümkün olup olmadığı ile ilgili. Zira “evet” diyenler için bu halde heyet içinde demokrasinin primitif biçimi var. Steven Spielberg’ün Azınlık Raporu - Minority Report isimli ödüllü filmini hatırlatmakla yetiniyorum.
Bu soru ikinci olarak jüri eliyle ve jürinin mahkûmiyete oyçokluğu ile karar verebileceği biçimde yargılama yapılmasının mümkün olup olmadığı ile de ilgili. Zira jürili sistemde, sabıkasızlar arasından tesadüfî yöntemle seçilen jüri, halkı ve dolayısıyla halkın masumiyetini ve sağduyusunu temsil ediyor.
Ve son olarak bu soru, yargılamanın daha geniş biçimi olan doğrudan demokratik yargılamanın mümkün olup olmadığı ile ilgili.
O halde bize düşen, öncelikle, bu gibi konulara prensip bazında hangi yaklaşımla bakacağımızı belirlemek olmalı.
Zira bu tür dâvâların, hukuki sonuçları kadar ve hatta daha fazla, sosyolojik sonuçları da önem taşıyor.
|
Prof. Dr. Ahmet Battal |
Sitemizdeki yazıları |
|
Prof. Dr. Ahmet Battal |
Sitemizdeki yazıları |