Kanaatimce...

Anasayfa Fıkralar Öyküler Güzel Sözler
İbrahim Küreli

Madem boşanacaktınız, bu yaşa kadar neredeydiniz?

Kürelioğlu İbram Efendi

22.07.2018 - İSTAMBOL

95 yaşında pamuk dede ile 90 yaşında pamuk nine boşanma talebiyle hâkim huzuruna çıkmışlar. Hâkim ikisini şöyle derinden bir süzmüş, derinden bir iç çekmiş ve fakat bu işe bir türlü akıl erdirememiş. Birisi, nur yüzlü, görünüşe göre dünyadan elini eteğini çekmiş pîr-i fânî bir bey amca. Diğeri de, yine aynı şekilde güler yüzlü, sempatik mi sempatik; bir tel bile siyah saçı kalmamış pamuk helvası bir ninecik.

“Yapmayın Allahınızı seversiniz…!” demiş hâkim bey ve şöylece devam etmiş: “Bu yaşta neyinizi bölüşemediniz de benim huzuruma kadar geldiniz? Atacağım bir imzayla bana vicdan azabı çektirmek mi niyyetiniz? Madem boşanacaktınız, bu yaşa kadar neredeydiniz? Sizi boşamaya benim vicdanım nasıl el verecek???

“Yapma evlat” demiş, pamuk dedem ve o da şöylece sürdürmüş sözünü. “Bu işlere senin aklın ermez! Biz hanımla, daha altmış sene öncesinden bunun kararını vermiştik. Çocuklarımız üzülmesin diye bu kararımız, buzdolabının buzluğunda öylece beklemedeydi. Onların üzülmesi, bizi daha derinden üzerdi şüphesiz. İki çocuğumuz olmuştu, biri oğlan diğeri kız. Ne var ki, yetmişine bile varamadan birbiri peşi sıra bu dünyadan ayrıldılar. Bizi böylece başbaşa bırakıp koşar adımlarla çağrılan yere gittiler. Arkalarından günlerce birlikte ağladık avunduk; gel gör ki –evladın bile olsa- ölenle ölünmüyor. Onların ölümü geçici bir süre bizi birbirimize yaklaştırsa da doku birbirine uymayınca aşının tutmayacağını birlikte yaşayarak gördük. Ve işte öylece senin huzuruna geldik.” Pamuk nine de, kafasını sallayarak pamuk dedenin sözünü onaylamış.

Hâkim bey de, “yapmayın, etmeyin ne olur? dediyse de bu kararlı tutum karşısında pamuk dedeyle pamuk nineyi bir celsede boşayıvermiş. 70 sene süren bu birliktelikten sonra mahkeme kapısından çıkışta ikisi ayrı ayrı yollara yönelmişler, 40-50 metre kadar ağır adımlarla yürüdükten sonra, daha öncesinden birbirleriyle kavilleşmişçesine aynı anda arkalarını dönüp buğulu gözlerle son bir defa birbirlerine bakışmışlar; 20 saniye kadar süren bu bakışmanın ardından karşılıklı olarak el sallayıp daha sonra yollarına devam etmişler. Verdikleri karardan geri dönüp tekrar birbirimizi üzeriz korkusuyla bir daha hiç görüşmemişler.

Aylar günleri kovalamış, yıllar da ayları, derken pamuk ninem “elveda meyhaneci” şarkısını okuyunca, pamuk dedem de bu şarkıyı duyunca adam akıllı bir sendelemiş sendelemesine de kendisini toparlaması gerektiğini düşünmüş. Kortejin en önünde ve göz yaşlarını saklayarak mezarlığa kadar pamuk ninemi yolcu etmiş. Defnedilirken de gözyaşlarını tutmayı başarabilmişse de cenaze alayı mezarlıktan ayrıldıktan sonra ağlamış, ağlamış, ağlamış. Bütün içinden geçenleri sayıp dökmüş. Aslında kendisini ne kadar sevdiğini, ama karşılıklı inatlaşmalarının bunu söylemeye mani olduğunu; beraberlikleri boyunca daha söyleyemediği ne varsa, kesenin ağzını açmış, ne var-ne yok bir bir hepsini boşaltmış. En sonunda da Abdülhak Hâmid TARHAN’ın “Makber” isimli şiirini okumuş:

Eyvâh! .. Ne yer, ne yâr kaldı,

Gönlüm dolu âh ü zâr kaldı.

Şimdi buradaydı gitti elden,

Gitti ebede gelip ezelden.

Ben gittim o hâksâr kaldı,

Bir kûşede târumâr kaldı.

Bâkî o enîs–i dilden eyvâh!

Beyrût’da bir mezâr kaldı.

….

Her yer karanlık pür-nûr o mevkî?

Mağrib mi yoksa makber mi Yâ Râb!

Ya, hâbgâh-ı dilber mi Yâ Râb,

Rüyâ değil bu, ayniyle vakî.

Kabrin çiçekten bir türbe olmuş,

Dönmüş o türbe bir haclegâhe,

Bir haclegâhe dönmüşse türben

Aç koynunu aç, maşukânım ben.

Ve o günden sonra pamuk dedem, ömrünün sonuna kadar hergün elinde bir gül goncasıyla pamuk ninemin başucuna iliştirerek aşk şarkılarını okumaya devam etmiş….

… … …

Şimdi Gelelim “mâ nahnü fîh” (yani, farzet ki biz bu çukurun içine düştük)

Ben de bizim hanıma söyledim. Bak hanım.! Sen ve ben, birlikte geçirdiğimiz şu yirmi senenin sonuna kadar, ikimiz birbirimize ne kadar yüklensek de, ne derece içlensek de ve hatta bazan birbirimizin saçını başını yolmak istesek de, bunu yapabilecek insanlar değiliz.

Çalışma hayatımız boyunca, günün yarısını dışarıda, birbirimizden ayrı şekilde geçirdiğimiz halde, birlikte olduğumuz üç-beş saatte bile çocukların huzurununun bozulmaması adına, birbirimize tahammül ettik. Gel, biz bu pamuk dedeyle pamuk ninenin durumuna düşmeyelim. Hem ne sen, ne de ben, böyle bir neticenin beraberinde getireceği vicdan azâbını taşıyabilecek tipler değiliz. Ben ki, dört yıllık lisans tahsilim boyunca ayağıma giydiğim ve sonunda bağını kopardığım terliğimi bile çöpe gönderebilmiş bir adam değilim. Kullandığım bir eşyayı bir kenara atamayacak derecede duygusalım. [Birileri 30 yıllık beraberliğimizi bir celsede bitirse de, (burası müstesnâ-minh/konu dışı tabii)]

Ve hem yine aynı ben, gençliğinin başlarında, yanlış bir kızı sevmiş olmanın getirisi olarak ve aynı zamanda elli dört yıllık ömrü boyunca kendine attığı en büyük kazık olarak, kendisinden hiçbir söz almadığı halde, sırf onu sevdiğini ve evlilik kararı neticeleninceye kadar onu bekleyecek olduğunu beyan etmiş olmaktan ötürü, tastamam yedi sene verdiği bu söze sadık kalmış, ancak o kişi başkasıyla evlilik amaçlı bir bağlantıya geçtikten sonra, yani kuş yuvadan uçtuktan sonra bile iç burkuntusuyla bir başkasına bakabilmiş biri adamım.

Ve biliyorum ki duygusal açıdan sen de benden farklı değilsin. Biz birbirimizden ayrılsak bile, vicdan azabı bizi terketmez Hiçbir şekilde huzurlu bir hayat süremeyiz. Öyleyse ne şiş yansın ne de kebap! Ne sen, benim bilgisayar başında ömür tüketmeme karış; kitaplarıma, orta yerdeki perişan evrakıma karış! Ne de ben senin mutfağına, salonuna, evinin düzenine karışayım. İkimiz de dominant, dominyonluğu karşı taraftan bekleyen -aksi mi aksi- “ben bilirim”ci tipleriz. İkimiz de -benim dediğim olsun- demekten vazgeçmeyiz. Bizim yüzümüzden, çocuklarımız da “burnumuzdan düşmüşçesine” bizim kopyamız oldu. Ne sen üzülesin; ne ben üzüleyim; ne de çocuklarımız üzülsün, bizim birbirimizi üzmemizden.

O dedi: İstanbul’daki evi satalım. Elimize geçecek parayla İzmir’de dupleks bir ev alalım. Ben alt katta, sen üst katta; ne ben sana karışayım; ne de sen bana karış!

Ben dedim: Kopmuş terliğini bile çöpe gönderemeyen bu adam, İstanbul’da yıllardır iyi-kötü bütün hatıralarını paylaştığı yuvasını nasıl başkasına nikahlasın? Bu aynı zamanda yaklaşık kırk yılımı geçirdiğim şehri tamamen terk etmek anlamına gelmez mi? Benim ne kadar tutucu bir adam olduğumu bilmez misin? İzmir’de kasaba merkezine yakın, babamın bir-iki arsası-tarlası var. Birisinin kenarına simetrik şekilde birbirine yaslı, prefabrik bir ev yapacağım. İki mutfağı, iki salonu, tuvalet banyosuyla birlikte ikişerden dört odası olacak ve bu simetrik iki daire, salon duvarından açılacak bir kapıpla birbirine bağlanacak. Arada, komşuu! Huu huu..! Ne yapıyorsun deyip hal-hatır soracağız. Arada oturup birlikte çay kahve muhabbeti yapacağız. Çocuklar bizimle olduğunda, istedikleri yerde kalacaklar. Ama ne sen benim hayat tarzıma, gelip gidenime karışacaksın; ne de ben seninkine. Çat kapı, bir misafirim geldiğinde, sana değil, bana gelecek. Aynı şekilde ben de senin düzenine burnumu sokmayacağım. Bu şekilde birbirimizi üzmeden, birbirimizden ayrılmadan; istediğimiz zaman bir araya gelerek; istemediğimiz zaman kendi dünyalarımıza çekilerek, sonbaharımızda olsun birbirimizi üzmeden âsûde bir hayat sürelim!” dedim ve bizim hâtun da bu fikrimi şimdilik beğendi gibi gözüküyor. Ölüm meleği bizden önce davranmadığı takdirde istikametimiz bu yönde olacak gibi. Evin bahçesinde ona bir de kümes yapıp üç-beş tavuk-ördek vs. alırım. Tavuklar yumurtlamaya başlayınca, organik yumurta yiyeceğim diye o, sevinçten deli olur zaten. Ördekler için bir de küçük havuz yaparım. Kendim de üç-beş karık domates, biber, patlıcan salatalık dikip kitap ve bilgisayardan geri kalan zamanda, azıcık onlarla uğraşır ve ter atmış olurum. Bu arada onun organik zerzevatını da sağlamış olurum. Böylece geçinip gideriz deyü teemmül eylemekteyim.

Ne dersiniz, iyi düşünmüş müyüm? Biliyorum bu düşüncem, bazılarına çok anlamsız ve yavan bir düşünce gibi gelecektir. İki taraf da koyun karakterli, ya da kendileri keçi karakterli olsalar bile, koyun karakterli eşlerle evli çiftler, beni hiç anlayamazlar. Koyun karakterli olup keçi karakterlilerle evli olanlar, belki bir dereceye kadar beni anlayabilirler. İki taraf da keçi karakterli ise, işte beni tam olarak onlar anlayabilecektir. Hangi çatının altında, ne şekilde dünyalar vardır, kimse bunu bilemez. Her karınca yuvası, ayrı birer muammâdır. Karınca demişken:

Sakın bir dîdeyi ağlatma handân olmak istersen,

Dokunma hâtır-ı mûra Süleymân olmak istersen.

diyen şâirimiz İsmail Fennî’ye, kulak vermek lazım değil mi?

Selamla, saygıyla, sağlıcakla…! Efendim…!

 

İbrahim Küreli