Türkiye son yıllarda başka birçok toplumsal-siyasal değerden olduğu gibi hukuktan da gitgide uzaklaşıyor. Sadece “hukuk”tan değil, daha temelde hukuk fikrinden uzaklaşıyoruz. Buna, insanca varoluşu mümkün kılan bütün değerler için; barış için, adalet için, özgürlük için üzülmeliyiz. Üzülmeliyiz, çünkü hukukun ve hukuk fikrinin tahribi medenî bir hayat imkânının kaybolması demektir.
Biliyorum, pek çok kişi bu söylediklerimi tipik bir hukukçu abartması olarak görecektir. İnsanların çoğu hukuk vurgusunu hukukçulara özgü bir meslekî deformasyon göstergesi olarak veya hukukçuların kendilerini önemsemelerinin bir sonucu olarak görme eğilimindedir. Oysa, medeniyet tarihine asgari düzeyde aşinalığı olanlar pekala bilirler ki, medenilik ve medeniyet ile hukuk arasında çok yakın bir ilişki vardır. Onu ister insanlığın ortak birikimi veya başarısı anlamında tek bir medeniyet olarak alalım, isterse farklı farklı medeniyetler olduğunu düşünelim, hukukun medeniyet(ler)in kalbinde yatan bir kurum ve değer olduğu şüphe götürmez.
Hukuk en az iki bakımdan insanilik ve medeniliğin vazgeçilmez unsurudur. İlk olarak, insan toplumsal bir canlıdır; başka bir anlatımla, toplum halinde yaşamak “insanlık durumu”nun tanımlayıcı bir özelliğidir. Toplum halinde var olmak veya kısaca “toplumsal hayat” ise asgarî ölçüde barış ve düzeni gerekli kılar. Herkes için geçerli olan bazı ortak davranış standartları olmadan insanların barış ve düzen içinde beraber yaşamaları mümkün değildir. Şöyle de denebilir: Ortak kurallar olmaksızın barış içinde, düzenli bir hayat yaşayan herhangi bir toplum tasavvur edilemez.
İşte hukuk toplumu barış ve düzen içinde tutacak ortak kuralların en önemli parçasını oluşturur. Başka toplumsal düzen kuralları ile birlikte hukuk toplumun barışçı düzenini garanti eder. Hukuk, insan davranışlarını kuralların yönlendirmesine tâbi kılması ve kuraldan sapmaları müeyyideye bağlaması bakımından, toplum olarak var olmanın vazgeçilmez bir unsurudur. İnsan davranışlarını ortak standartlara bağlamak ise merkezî bir otoritenin kendi keyfince herkesi “düzene sokmak” ihtirasından değil, ortak hayat için neyin “iyi” olduğu konusunda kişiler arasında var olan makul görüş farklılıklarının ortaya çıkardığı koordinasyon ihtiyacından kaynaklanır.
Hukuku insanî-medenî bir hayat için zorunlu kılan ikinci noktayı ise şöyle özetleyebilirim: Toplumda barış ve düzeni herhangi bir kural sistemiyle sağlayamazsınız; bu kural sisteminin tam da barış ve düzeni sağlayabilecek nitelikte olması şarttır. Gerektiğinde zorla uygulanması öngörülen ortak standartlar toplumu oluşturan insanların maddî varoluşlarının zaruretlerinden ve onların anlam dünyalarından kopuk olamaz. Hukuk kurallarının en başta toplumu oluşturan insanların tercih ve ihtiyaçlarıyla uyumlu olması, onların “ayrı kişilikleri”ni ve haklarını güvence altına alması gerekir. Buna kısaca, hukukun adil olması ve ortak iyiliği gözetmesi gereği de denebilir.
Adaletin gereklerine uygunluk bakımından hukuk sistemleri arasında hiç şüphesiz ciddî farklar var olmakla beraber, “hukuk” fikrinin kendisi “adalet” fikrinden ayrılamaz. Nitekim, John Rawls da adaletin “toplumsal kurumların birinci erdemi (veya meziyeti)” olduğunu vurgulamıştır ki hukuk sisteminin işaret edilen kurumlar arasında yer aldığı şüphe götürmez. Hayek de “adil davranış kuralları” sistemi olarak nitelediği “özgürlüğün hukuku”nu esas olarak adalet bağlamında veya adaleti hukukla bağlantısı içinde ele alıp incelemiştir.
David Schmidtz adaleti bir yanıyla da “birlikte-yaşamanın maliyetini azaltan bir çerçeve” olarak nitelemişti. Gerçekten de adaletsizliğin bir topluma yüklediği birçok maliyet vardır; ancak güçle ayakta tutulabilecek istikrarsız bir toplum olmak bunların en çok işaret edilenidir. Ne var ki, “güç aracılığıyla ayakta tutulabilen” toplum başka bir yanıyla özgür olmayan insanlar anlamına gelir. Bu demektir ki, adaletsizliğin topluma yüklediği en büyük maliyet özgürlük kaybıdır.
Nitekim günümüz Türkiye’si de hukuktan ve adaletten uzaklaştığı ölçüde özgürlük kaybına uğruyor. Bu durum bizi sanki şöyle bir kısır döngüye mahkûm ediyor: Hukuk ve adalet kayboldukça özgürlüklerimizi yitiriyoruz, özgürlüklerimizi yitirdikçe de hukuk ve adaleti geri getirmek için pek bir şey yapamıyoruz. O kadar ki, bu yönde sırf çağrı yapmak bile çağrının öznesini müesses adaletsizliğin mağduru olma riskiyle karşı karşıya bırakıyor.
Prof. Dr. Mustafa Erdoğan |
Sitemizdeki yazıları |