Kanaatimce...

Mustafa Erdoğan

Muhafazakârlık: Ana Temalar*

Prof. Dr. Mustafa Erdoğan

30.10.2010

1. Giriş Muhafazakârlık, farklı siyasî-ideolojik pozisyonların hepsinin zaman zaman gösterdikleri bir özellik olmasının yanında, onun aynı zamanda bağımsız bir siyasî ideoloji olarak da incelenmesi mümkündür. Genellikle hızlı sosyal değişmeye direnme ve geleneksel normları destekleme eğiliminde olan bir siyasî felsefe olarak karakterize edilirse de,  muhafazakârlığın tanımlanması ilk bakışta  zannedildiği kadar kolay değildir.  Bunun başlıca iki nedeni vardır: Birincisi,  muhafazakârlığın gelenekle olan zorunlu bağı dır; ama her ülkenin geleneği farklıdır. Bu  değişkenlik, genel bir tarz olarak değilse de,  program içeriği bakımından standart bir  muhafazakârlık tanımı yapmayı zorlaştır maktadır. İkinci olarak, muhafazakârlık sis tematik doktrin ve-ya ideolojilere karşı kuşkucudur, bu da onun kendisini tutarlı ve  sistematik bir ideoloji olarak kurmasını engelleyici bir etki yapmaktadır.

2. Gelenek Gelenek muhafazakârlığın temel referansıdır.  Muhafazakârların geleneğe bağlılıkları, dışarıdan bakanlara körü körüne bir bağlılık olarak görünebilir. Oysa muhafazakârlar geleneği bir tür bilgi veya bilgelik kaynağı olarak  görürler; muhafazakâr açısından gelenek  toplumsal tecrübelerin bir muhassalasıdır.  Onlara göre, geleneksel kurum ve normlar  bir toplumun tarihsel tecrübesinin somutlaşmış birikimleri demektir, ki bu bilgi veya  birikim tek bir insan aklının spekülâtif çabasıyla erişilemeyecek kadar engin ve derindir.  Meselâ, Edmund Burke 18. yüzyılda soyut  aklî ilkelerden hareket eden Fransız tarzı devrimlere karşı kurumların sürekliliğinin,  denenmiş pratiklerin ve yerleşik tarzların  önemini vurgulamıştı.  

Ayrıca, muhafazakârlar geleneğin sürekliliğinin toplumun kimliğinin omurgasını teşkil ettiğini düşünürler. Muhafazakâra göre,  bireye belli bir aidiyet hissi veren, onu köksüzlük duygusunun boşluğuna düşmekten koruyan ve kendi kimliğinin bilincine varmasını sağlayan gelenektir. Bundan başka, muhafazakâr düşüncede gelenek toplumsal istikrarın  da temeli olarak görülür. Yararlılığı tecrübeyle kanıtlanmış yerleşik usuller ve pratikler  toplumu hem bir arada tutan hem de onun  idamesini kolaylaştıran vazgeçilmez dayanaklardır. Gelenek kişileri ve toplumu  değişmenin yol açtığı belirsizliğin yarattığı güvensizlik hissinden kurtarır. Bundan dolayı, muhafazakârlar geleneksel kurumların  yerine, akıl yoluyla soyut olarak tasarlanan  yenilerini koyma girişiminin beklenmedik  zararlı sonuçlar ortaya çıkaracağından endişe  ederler.

Gelenek soyut bir kategori değildir; o  aile, dinî kurumlar, kulüpler, üniversiteler,  vakıflar vb. sosyal kurum ve topluluklarda ve  belli toplumsal ahlâk normlarında somutla şan bir gerçeklik alanıdır. Bunlar hem top luma devlet karşısında bir ölçüde özerklik  sağlarlar hem de toplumu bir arada tutan  normatif temeli oluştururlar. Muhafazakâr yazarlar bu gibi ara kurumların bireylere si yasî otorite karşısında bir tür sığınak olarak  hizmet etmeleri ve toplumun devletten nispî bağımsızlığını sağlamaları üstünde ısrarla  dururlar.

Bu geleneksel kurumlar arasında dinin  önemli bir yeri vardır. Bununla beraber, muhafazakârlığın din üstündeki vurgusu  dincilikten farklıdır veya en azından zorunlu  olarak dincilik anlamına gelmez. Hatta, muhafazakâr bir düşünürün, dinin toplumsal  işlevini takdir etmesi için dindar olması bile  gerekmez.. Çünkü, muhafazakâr, dini  sadece bireysel bir kurtuluş ve manevî tecrübe olarak görmez, din aynı zamanda  toplumsal bağları pekiştiren yanı dolayısıyla da toplumsal bütünlüğe ve toplumun kendisi  olarak idamesine katkıda bulunur. Başka  bir anlatımla, din önemli bir sosyal  birleştirici veya bütünleştirici olması sebebiyle muhafazakârlarca değeri özel  olarak takdir edilir.

Buna karşılık, “dincilik” muhafazakârlık tan farklıdır. Her şeyden önce, dincilik özün de muhafazakâr bir görüş değildir; çünkü o  toplumu dinî değerler doğrultusunda güç  yoluyla yeniden düzenlemeyi öngörür.  Dinciliğe muhafazakârlık denmesinin sebebi,  onun sosyal reform plânının nostaljik  niteliğidir, ama bu ikisinin özdeş olduğu  anlamına gelmez. Kısaca, muhafazakârlık  dincilikle değil, ama dindarlıkla bağdaşabilen, fakat hatta zorunlu olarak dindarlık da  olmayan bir ideolojidir.

Geleneğe vurgu, belirttiğimiz gibi, muhafazakârlığın ülkeden ülkeye değişiklik  göstermesinin de temel sebebidir. Meselâ Avrupa kıtasında sosyal muhafazakârlık – Bismark’ın refah reformlarında (emeklilik ve  sağlık sigortası) görüldüğü gibi- halkın sos yal durumuna paternalist bir ilgiyi yansıtır; başka bazı ülkelerde ise geleneksel değerlerin  ve dinî ahlâkın teşvikini ve desteklenmesini  ifade eder. Lâtin Amerika’da, dozu zamanla  azalmış olsa da, muhafazakârlar Katolik Kili sesi’nden yana bir tutum içindedirler; dinle  devletin ayrılmasına, yerlilerin haklarına ve  kamu eğitimine karşıdırlar. Buna karşılık,  Türkiye’de muhafazakârlığın önemli özelliklerinden biri milliyetçi ve devletçi ideolojiyle  sıkı bir ilişki içinde olmasıdır. Bu nokta,  Türkiye’de muhafazakârların ara kurumların  değerini yeterince takdir edememeleriyle tu tarlıdır.  Öte yandan, özellikle ABD’de muhafaza kârlar 20. yüzyılda gitgide klâsik liberallerin  konumuna daha çok yaklaşmıştır. Esasen  ABD’nin geleneği baştan beri esas itibariyle  liberal olduğundan, bu ülkenin muhafaza kârlığında her zaman belirgin bir liberal renk  var olmuştur. Nitekim, Amerikan muhafaza kârlığını ayırt eden temel özellik, onun merkezîleşmiş, her şeyi kuşatan bürokratik devlete karşı oluşudur. Bu nispeten liberal renk  kendisini bireysel özgürlüğe, sınırlı devlete  ve serbest piyasaya taraftar olmak şeklinde  göstermektedir. Mamafih, Amerika’da bile  piyasa karşıtı ve güçlü devlet yanlısı muhafazakârlar hiç eksik olmamıştır.

3. Organik Toplum Muhafazakâr düşüncede toplum çoğu zaman  organik bir zatiyet olarak kavranır. Bu çerçevede gelenek bireyin toplumdan bağımsızlığını kabul etmeyen bir toplum tasavvuruyla  doğrudan doğruya ilişkilidir. Organik toplum tasavvuru açısından, bireyler toplumun  dışında var olamazlar, onların topluma ait  olmaktan başka çareleri yoktur. Bundan dolayı, özgürlük de negatif bir şey olmaktan  çok, toplumu bir arada tutan toplumsal ödev  ve yükümlülüklerin bireyler tarafından gönüllü olarak kabul edilmesidir.  Organik anlayışta, toplumsal gruplar bi linçli veya iradî bir sözleşmeden doğmazlar,  aksine tabiî bir şekilde oluşurlar. Başka bir  ifadeyle, toplum tabiî zaruretten doğar.  Toplum bireyden önce vardır, bireyin karakterini ve kişiliğini esas itibariyle toplum  şekillendirir. Bundan dolayı, ayrıca, siyasî otoritenin meşruluğu da bireysel tercihler den türemez; otoritenin temeli toplumun  kendine özgü geleneği veya konvansiyonu dur. Organizma olarak toplum tasavvuruna  göre, kendisini oluşturan bireylerden bağım sız bir kimlik veya bütünlük olan toplum ya şayan bir canlıdır; parçaları -tıpkı insandaki  beyin, kalp, akciğerler ve karaciğer gibi- bir biriyle uyumlu olarak çalışan bir organizma dır. Bu organik toplumun her bir parçası (aile, kilise, iş dünyası, hükümet) bütünün,  toplumun “sağlığı”nın idamesinde belirli görevler yerine getirir. Toplumun organik olması, onun bünyesinin ve kurumlarının tabiî güçler tarafından şekillendirilmiş olduğu ve  bundan dolayı toplumun dokusunun onun  içinde yaşayan bireyler tarafından korunması gerektiği anlamına gelir.  

4. Akıl Muhafazakârlar genellikle akılcı-sistematik  düşüncelerden hoşlanmazlar. Çünkü, onlar  “soyut” aklın kapasitesi konusunda kötüm serdirler. Bunu, insanın kusurlu, mükemmel  olmayan yapısının doğal bir sonucu olarak  görürler. Başka bir anlatımla, muhafazakârla rın sistematik doktrinler karşısındaki şüpheci  tavrı onların insanın entelektüel güçlerinin  sınırlı olduğuna inanmalarından kaynaklanır.  Muhafazakârlara göre, soyut akıl toplum me selelerinin kapsamlı bir çözümü için veya – diyelim– toplumun yeniden inşası için güve nilir bir kılavuz değildir. Bu düşünce açısın dan, “kurucu akılcılık” insanoğlunun bir tür  tekebbür iddiasıdır, bir haddini bilmezliktir.  Kaldı ki, dünyayı soyut aklın rehberlik ettiği  büyük projeler doğrultusunda dönüştürme  girişimi, Fransız ve Rus devrimlerinin de  gösterdiği gibi genellikle baskı ve terörle  sonuçlanır.  

Bununla beraber, muhafazakârlık akıl karşıtlığı anlamına da gelmez… Çünkü, muhafazakârlar beşerî meselelerin hâllinde aklın  rolünü büsbütün inkâr etmez, aklın rehberliğindeki değişme ve ilerlemeye hepten karşı çıkmazlar. Onlar daha ziyade aklın toplumsal  ve siyasî meselelerdeki olumlu veya iyileştirici rolünün sınırlılığını vurgularlar. Bunun  birbirine bağlı iki sebebinden söz edebiliriz: İlk olarak, muhafazakâr, insan tabiatı hak kında kötümserdir. Bundan dolayı, insanın  soyut aklî ilkelerin kılavuzluğunda toplumu  yeniden inşa etmeye çalışmak yerine, onun  kötülük potansiyelini kurumsal mekanizmalarla sınırlamaya ve kontrol altında tutmaya  çalışması gerekir. Bu aynı zamanda,  muhafazakârlığın yeryüzünde cennet vaat  eden ideolojilere ve ütopya tasavvurlarına  karşı olması demektir. İkinci olarak, insanın bilgisi eksik ve ye tersizdir; insan “hakikat”i tam olarak bilemez, özellikle de geleceği hiç bilemez. Bundan dolayı, bilinemeyen veya öngörülemeyen bir geleceği pozitif olarak plânlamak  da mümkün değildir. Dolayısıyla toplumsal  mühendislik çıkmaz ve zararlı bir yoldur. Bu  konuda daha sağlıklı olan tutum, gelenekte somutlaşan bilgeliğe ve toplumsal kurumların kılavuzluğuna güvenmektir.

5. Muhafazakârlığın Şanssızlığı: Neo-Muhafazakârlık Son zamanlarda, muhafazakârlıkla ilgili tartışmaların daha ziyade “neo-muhafazakârlık”  olarak adlandırılan bir Amerikan doktriniyle  bağlantılı olarak yapılması alışkanlık hâline  geldi. Muhafazakâr düşünce şüphesiz zaman  içinde kısmî değişikliklere uğramış ve bazı bakımlardan “yenilenmiş” olmakla beraber,  ben yine de “neo-muhafazakârlık”la muhafazakârlığın çağdaş durumunu özdeşleştirmenin yanlış olduğu kanaatindeyim. Çünkü,  her şeyden önce, neo-muhafazakârlık klâsik  muhafazakâr doktrinle ilgili olmaktan çok,  Amerika’nın bugünkü statükosunun ideolojileştirilmesiyle ilgilidir. Bu ideolojinin  özünü, bugünkü Amerikan siyasî kurumlarında somutlaşan şekliyle “Amerikan değerleri”nin insanlığın nihaî-evrensel durağı olduğu düşüncesi meydana getirmektedir.  Amerikan yöneticilerine kuvvet yoluyla  “demokrasi ihracı”nı böylesine normal gösteren de budur. Amerika’da neo-muhafazakârlık, esas itibariyle “soğuk savaş” döneminin anti-komünizm atmosferinde ve muhafazakârlığın geleneksel değerlerinden bir ölçüde kopuk bir  şekilde ortaya çıkmıştır. Geleneksel Ameri kan muhafazakârlığı, muhafazakâr doktrinin  ana değerlerini (insan tabiatı hakkında kötümserlik, devletin bireysel iradelerden türemediği anlayışı, ara kurumların önemi, düzen vurgusu, erdemin teşvikinin devletin görevi olduğu düşüncesi gibi) esas itibariyle  paylaşmakla beraber, o özünde dış politikada  izo-lasyonizmden yana olan, federal devlet  karşısında eyalet haklarını vurgulayan ve refah devletine eleştirel bakan (yani, liberal  temalara daha sempatik olan) bir muhafaza kâr-lıktı(r). Soğuk savaş döneminin özel  şartlarının Amerikalılarda yarattığı “hür  dünya”nın doğal lideri olduklarına dair inancın ve bunun yol açtığı “nizam-ı âlem”ci dış politikanın ise bu anlayışla bağdaşmadığı açıktır.  

Nitekim, Amerikan muhafazakârlığı için de bu geleneksel çizgiyi koruyan ve kendilerine “paleomuhafazakârlar” da denen grup  neo-muhafazakâr politikalara karşıdır. Paleo muhafazakârların karakteristik yanı baştan  beri muhafazakâr gelenek içinde yer almaları ve sağ-kanat Troçkistler olarak gördükleri  neo-muhafazakârlara karşı olmalarıdır.  

Onların neo-muhafazakârlara karşı olmalarının temel sebebi, bu yeni grubun müdahaleci, hatta saldırgan (şahin) bir dış politikadan yana olması ve Amerika’nın (İsrail’in  lehine olacak şekilde) bir emperyal siyaset  izlemesini teşvik etmesidir. Oysa,  paleomuhafazakârlar dış politikada  izolasyonizm taraftarı olup müdahaleciliğe  karşı çıkarlar.

Yine Amerika’ya özgü bir durum da, ora da klâsik liberal veya liberteryenlerin de  genellikle “muhafazakâr” olarak nitelendirilme-leridir, ki bu nitelendirme genellikle  onların kendileri hakkındaki algısına da uygun düşmektedir. Liberteryenlerin iktisadî ve toplumsal hayatta –refah devletinin tasfiyesi ve uyuşturucu yasaklarının kaldırılması gibi– kimi ciddî değişmelerden yana olmalarına rağmen kendilerini muhafazakâr olarak  adlandırmalarının sebebi, onların Amerika’nın karakteristik geleneksel değerinin – Anayasa’da da somutlaşmış olan- bireysel  özgürlük olduğunu düşünmeleridir.

Irving Kristol’e göre, bir neo-konservatif  “gerçeklerden hayal kırıklığına uğramış bir  liberal”dir. Neo-muhafazakârlığın fikir babaları olan Daniael Bell, Nathan Glazer, Irving  Howe ve Irving Kristol ise büyük ölçüde  Troçkist olan eski sol gelenekten gelmektedir.  

İlk önemli neo-konservatif grup genellikle  İkinci Dünya Savaşı’nı kuvvetle desteklemiş olan eski “liberaller” veya sosyalistlerdi.  Bunlar, başlangıçta sivil haklar hareketini ve  entegrasyonu desteklemiş olmakla beraber,  1960’lardaki Yeni Sol’a ve Vietnam Savaşı’ndan dolayı Amerika’yı suçlayan “liberal” sola  tepki olarak saldırgan bir militarizme kayan  ve devlet programlarının başarısızlığına bir  tepki olarak daha muhafazakârlaşmış bir  grup eski sol-liberal entellektüellerdir.  

Neo-muhafazakâr program, başlıca, ahlâ kî ve siyasî değerler üzerinde bir konsensüs  yaratılması, piyasanın sosyal amaçların desteklenmesi için düzeltilmesi, toplumsal kurumların canlandırılması, çoğulcu bir siyasî sistemin ihyası ve uluslararası ilişkilerde Amerikan değerlerinin güçlü bir şekilde savunulması gibi unsurlardan oluşmaktadır. En  belirgin yönleri, Amerika’nın dış ilişkilerinde  kendine güvenini yeniden kazanması üstündeki vurgularıdır. Dış politikada barışçı müzakerelere,  diplomasiye ve silahların kontrolüne karşı olan bu hareket, ABD’nin çıkarlarıyla uyuşmayan iç ve dış siyasetler güden devletlere  –özellikle de Orta Doğu devletlerine– karşıtlığıyla tanınmaktadır. Denebilir ki, muhafazakârlığın günümüz deki en büyük şanssızlığı, “muhafazakârlık”  denince hemen hemen herkesin aklına Mic hael Oakeshott’un, Robert Nisbet’in, hatta  Russel Kirk’ün adından önce, neo-muhafazakâr politikaların ve Amerikan “nizam-ı  âlem”ciliğinin gelmesidir.

* Bu yazı 10-11 Ocak 2004 tarihleri arasında  yapılan “Uluslar arası Muhafazakârlık ve Demokrasi Sempozyumu”nda sunulan tebliğin gözden geçirilmiş hâlidir.

uzunsag